24 Aralık 2011 Cumartesi

Dimitri ve Tasso - III

Dimitri: Dünyayı Atlas taşıyorsa Atlas'ı ne taşıyor?

Tasso: Kaplumbağa.

Dimitri: İyi de, kaplumbağa neyin üstünde duruyor peki?

Tasso: Bir diğer kaplumbağanın.

Dimitri: Peki, o kaplumbağa neyin üstünde?

Tasso: Sevgili Dimitri, ondan sonrası ta dibine kadar hep kaplumbağa işte!

19 Aralık 2011 Pazartesi

Telefondaki Ses

Telefondaki ses, "Yaaa bu benim numaraaam.. niyeaa siz açtınız kiiii?" diyordu, oldukça yayık ve bozuk türkçesiyle.

*   *
*

Akşam işten eve yorgun argın dönüyordum. Bizimkiler evde değillerdi bu akşam, yemeğe davetliydiler. Yolda, balık pazarının önünden geçerken durup iki parça Norveç somonu aldım. Eve girip, balıkları hazırlayıp, çömlek fırın kaselerinin içine koyduktan sonra üstlerine çeşitli sebzelerin karışımından elde ettiğim sosu ilave ettim. Fırına attım ve pişmesini beklerken telefon çaldı.

Telefondaki ses, "Yaaa bu benim numaraaam.. niyeaa siz açtınız kiiii?" diyordu, oldukça yayık ve bozuk türkçesiyle.

Önce durakladım, herhalde densiz bir arkadaşım bana şaka yapıyor dedim. Sonra sordum, "Hanımefendi sanırım yanlış bir numara çevirdiniz.". Cevap gecikmedi: "Yaaaa, neden benim numaramı kullanıyosunuuuuzzzz?".

Böyle durumlarda siz nasıl hissedersiniz bilemiyorum ama ben zaten açıklamayı yaptığım halde hala aynı soru üzerinden konuşmasına devam eden insanlara katlanamam ve oracıkta kafalarını koparasım gelir (elbbette kimsenin kafasını koparmadım... henüz..). Hayır bir de üstüne o bozuk kaşar türkçesi eklenince iş benim açımdan iyice katlanılmaz hale geldi.

İşte ben o anda bunları düşünürken, olayın şaka olması durumunu da göz önünde bulunduruyordum ve hala telefondan aynı rahatsız edici bir şekilde "alooooou, alooooo.... kimsiniz siz yaaaaaa?" sesleri geliyordu. Balık yavaş yavaş pişerken enfes kokular burnuma burnuma geliyordu. Telefonu kızın yüzüne kapadım...

Yani bu bir şaka değilse, kız için gerçekten endişelenmem gerektiğini falan düşündüm. Vahim durumdaydı çünkü, akıl fukarası.

Neyse, çok geçmeden aynı numara tekrar aradı...

"Yaaa, neden benim numaramı kullanıyosuuuuunn?" dedi yine. Gerçekten çok sinirlenmiştim. "Hanımefendi muhtemelen bir yanlışlık olmuştur, ben nasıl sizin numaranızı kullanabilirim, beş yıldır bu numarayı kullanıyorum ben." diye yanıt verince. Kız tekrar başlıyordu aynı sesi çıkarmaya "yııaaaaaaaa..." birden ses kesildi. Dedim herhalde 'kısa devre yaptı'... Çeşitli tıkırtı seslerinden sonra telefondan bu sefer başka birinin sesi yükseldi.

Bir erkek. Kaba, daha doğrusu 'gaba' bir erkek.

"Gardeşim kimsin seeeen? Niye bu numarayı gkullanıyon?"

Aynı soru!, yine aynı soru.

Ben de soruya soruyla karşılık verdim bu sefer. Pek umurumda olmasa da onlara hangi numarayı aradıklarını sordum?

Cevap, "0538 (gerisi benim numaram)" şeklindeydi.

Benden giden cevap ise, "Yanlış numara, bir kez daha kontrol edin.". Hemen telefonu kapadım çünkü telefondaki kişiden herhangi bir kelime daha duymaya tahammül edemezdim.

İnsanlar hata yapabilirler evet. Bu bizim doğamızda var. Ama o kadar kendilerinden eminlerdi ki bu kız ve adam, ne sordukları sorunun mantıksızlığının üzerinde kafa yormuşlardı ne de benim uyarılarıma itibar etmişlerdi. Kendi saçmalıklarına kayıtsız şartsız inanmışlardı.

Fırından yeni çıkmış mis gibi kokan somonu yerken aklıma şu soru takılmıştı: 'Ne tür bir sapık durup dururken kendi telefonunu arar ki?'

16 Aralık 2011 Cuma

Alela Diane & Alina Hardin - Crying Wolf



Poppy's golden light shines from the east
Shines to the west
Heartbeats softly speak to my mind and level heads
There was no tomorrow
Like the one that you did bring
Life it carries it on, and so this
Song of love I sing
Down this old road
We're now beginning now the end
These emotions rarely cease
And so I'm crying wolf again
Fearing quiet nights,
You say I'm crying wolf again
Fearful of these years once more
With freshly opened eyes
Now so often closed, a selfish loving compromise
Constant in the rush disguised As heroes telling lies
Barely room for knowledge
Of the light towards which we rise

İkinci Yarısı'ndan.

Kitap çıktığında askerliğimin son bir kaç gününü geçiriyordum. İstanbul'a dönünce hemen o hafta edindim kitabı.

Okumam çok uzun sürmüştü. Öyle hızlı okunacak bir kitap değildi "İkinci Yarısı". Kitabın çekirdeğine inip ateşinde kavrulmak gerek biraz.

Dün kitaplığıma göz atarken tekrar elime almış bulundum kitabı. İşte sonrası...

Ece Temelkuran'a teşekkürler.

"Bir vicdan ve korku terazisi çalışıyor hep içimizde. Ne kadar korkuyoruz kaybettiğimizin yerini dolduramamaktan? Kalbimiz buruşacak mı kapılmasak hiç o yeni rüzgâra? İhtiyarlamış gibi mi hissedeceğiz? Başlangıcın heyecanı mı daha büyük yoksa kaybetmenin korkusu mu? Bir yeni ile karşılaştığımızda içimizin karmaşık hesap makineleri başlıyor tam yol çalışmaya."

‎"Bazen boşluk, en gereken şeydir ruha. Dişe dokunur hiçbir şey yapmamak, tembellik değildir çoğu kez. Serserilik etmek, bir arbedenin içinde didinip durmaktan daha üretkendir."

‎"Gözün başkalarını da görüyorsa sevdiğini sevmiyor musundur artık? Birini sevmek topyekûn kapattırır mı "dükkânı"? Kepenklerin inmeli midir, elenmiş un varsa elek asılmalı mıdır duvara?

"Yaşlanma, gitme korkusuyla başlar... 'Bırakıp gidebilenler' ise hayatta, 1-0 önde koşar..."

"Günah, her zaman daha lezzetlidir sevaptan. Ah günah! Bir nar gibi çatlar ve çatlatır insanı ortasından."

‎"Kaçınız düşünüyor acaba yağmur başladığında binaları çitileye çitileye yıkamayı? Foşur foşur yıkasak apartmanları ve apartmanların insanlarını... Tülde çoğalır sabun, köpük dolgunlaşır, öyle. Kütle kütle."

‎"Biri birine âşık olsa keşke bugünlerde. Bir adam bir kadına bir söz verse. Kaçsalar. Tepetaklak olsa bir şeyler. İtalya’ya gitseler mesela. Sonra haberlerini alsak. İşler beklenmedik bir şekilde yolunda olsa... Hep birlikte yeniden, tüm kalbimizle inansak hayata. Olacak şey değil ya, neyse."

15 Aralık 2011 Perşembe

Media Markt Çıldırmış Olmalı

Evet öyle olmalı çünkü Sia'nın "We are born" albümü sadece 4,90 TL.

Hemen kaptım tabi.




14 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Başka Pamuk Prenses Masalı

2012 yazını işte bu yüzden merakla belkiyorum.



"Lips red as blood, hair black as night, bring me your heart, my dear dear Snow White."

12 Aralık 2011 Pazartesi

Soyut


Bir de "soyut"u ele alalım...

Kendisi bir kavram olmakla beraber bütün kavramları da içermekte aslında.

Kendinizi hiç soyut hissettiğiniz oluyor mu?

Hayır böyle olayların dışında kalmak anlamında değildi sormak istediğim soru.

Soyut anlamında düşünün. İnsanların gözleriyle göremediği, elleriyle tutamadığı kaç kişi var içinizde...

Tamam! Belki siz soyut benliklerinizden birini seçip somutlaştırarak kendinize bir maske yaratmış ve bu şekilde insanları kandırıyor olabilirsiniz ama gerçeklerden hiç de bihaber değilsiniz değil mi?

İlginç olan ise ne biliyor musunuz? Bir süre sonra gerçek benliğinizi siz de tanımamaya başlıyorsunuz.

Benliğiniz kanıyor somut yüzünüze ve yavaş yavaş sancılı bir soyutlaşma sürecinin içine giriyor.

Artık rahat olabilirsiniz. Onların arasına hoşgeldiniz... 

The National - Val Jester

1 Aralık 2011 Perşembe

Bayan Dalloway ve Saatler

Ne yazık ki Virginia Woolf'un hayatımdaki en büyük eksiklerden birisi olduğunu çok geç öğrendim. "The Hours" filmi bu göz ardı edilemeyecek gerçeği acımasızca gösterdi bana. 

Ama artık biliyorum; "hayatımı kendim seçtim" demek koskocaman bir yalan!

Hala kulaklarımda yankılanan sözler; "you can't find peace by avoiding life"... İşte bu kadar! Tek bir cümle hayatınızdaki olup biten her şeyi hiçe sayıp kimseyi umursamadan yeni bir sayfa açmanıza yetebilir belki de. 

Değinilen asıl konu aslında insanın mutsuz olması ya da intihar etmesi için illa ki başına bir şeyler gelmesinin gerekli olmadığıydı. Karakterlerden biri diyor ki;  "bazen bulunduğumuz yere ait olmadığımızı hissederiz.''...

İyi ve güzel bir eş, sevimli bir çocuk, düzenli bir hayat pek çok insanın üzerinde düşünmeye gerek kalmadan sahip olmayı istedikleri ama bazısı için tercih edilmeyen şeyler olabilir, bu da mutsuz eder.

Sonrası ise kişisel çekişmeler, içe kapanma ardından ya intihar,ya da istediğine doğru yol almak.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Neylan & Serhat - Bir Gemi Olsa



Bazen susmak çok şey anlatır...

30 Eylül 2011 Cuma

Devlet nedir ki?

Gecenin bir yarısı olmuş yine ve odamdaki televizyonda şu günün 24 saati deli gibi haber programları yapan kanallardan biri açık. Henüz üzerinden çok geçmemiş, daha iki saat önce bitmiş canlı yayınlanan programlarından birinin tekrarını veriyor. 


Uyku tutmadı işte yine dertleşecek, konuşacak birilerini arıyorum ama gecenin bu saatinde kendimden başka birini bulabilmem şu an itibariyle pek mümkün değil. Evet, "şu an itibariyle" demişimdir çünkü yine yeni umutlarla başlayan bir ilişki daha ikinci haftasını doldurmadan bitirilme kararı alınmıştır. Yok üzülmüyorum artık! Üzülme duygum zaman içinde bir şekilde uzaklara gitti. Hayır çağırmayı hiç denemedim, çünkü yokluğunu hissetmiyorum. Neden mi? Hemen söyleyeyim çünkü yerini çoktan kızgınlık doldurdu. Artık üzülmüyorum ama kızıyorum... 


Kızıyorum televizyondakilere. "Devlet nedir?" diye tartışıyorlar bıkmadan, usanmadan sanki doğruyu bilmiyorlarmış gibi hararetli hararetli... 


"Aslında devlet diye gerçek bir şey yok ki. En tepede kendini devlet sanarak kararlar alan, insanın yaşamasına ya da ölmesine karar veren çobanlar var."


İyi geceler, tatlı rüyalar...

13 Eylül 2011 Salı

En İyi OST'ler - Başlangıç

Yeni bir seriye daha başlamaya karar verdim az önce...

Sinemayı çok seviyorum hemen hemen herkes gibi ama asıl lezzeti belki herkesten farklı olarak o filmin müziğinden alıyorum aslında. İşte bu yüzdendir ki şu andan itibaren artık bloğumda "En İyi OST'ler" başlığı altında sevdiğim film müziklerini yayınlamaya karar verdim.

Umarım "fizy" bu konuda bana yeterince yardımcı olabilir.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Waltz With Bashir



İnsani tamahkarlıkların gölgesinde yok olan hayatların acı dolu hikayesini belgeliyor Ari Folman'ın bu filmi. Hakkında söylenecek çok fazla şey varken garip bir varlık kulağıma doğru eğilmiş susmamı fısıldıyor. Sanırım haklı çünkü hiç mücadele etmeden söylediği şeye boyun eğiyorum...

1 Eylül 2011 Perşembe

Dimitri ve Tasso - II

Dimitri: Bana, "iyi'den ne kastediyorsun?" diye sormuştun ya... Yanıtı buldum; "iyi" demek, doğru bir ilkeye göre hareket etmek demektir.

Tasso: Zeus aşkına Dimitri; şaşırtıyorsun beni... Gerçek bir filazof gibi konuşmaya başladın! O zaman son bir soru sana: doğru ilkeleri nasıl belirleyeceksin?

Dimitri: Kolay. Herkes gibi; annemden öğreneceğim.

Tasso: (Yana doğru seslenir ) Neden bütün iyi öğrencileri Sokrates'e yolluyorsunuz?

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Plastofik

İşe gitmek için arabama binip yola çıkmıştım ki yine aynı yerde kırmızı ışığa 3 sefer maruz kaldım. Bu sürede yanımdaki araçta oturan bayan acele ve bir okadar da kendinden emin hareketlerle makyajını tamamlamaya çalışıyordu. Arkamdaki araçta muhtemelen çoğu insanın tatil olarak geçireceği bir gün de işe gitmesinin vermiş olduğu gerginliği taşıyan ve kaşları çatılmış gergin orta yaşlı bir adam sigarasını içiyordu ve bir elini camdan sarkıtmıştı. Önümde uzunluğunu tam olarak kestiremediğim ama tır olduğu konusunda emin olduğum bir araç duruyordu ve evet yine bir ağır vasıtanın arkadasını bulmuştum trafikte seyir halindeyken.

Yeşil ışık yandı önümdeki tır biraz geç davranıp beklemeye neden olduktan sonra bir de yanımdaki makyaj yapan kadın kendi önündeki minibüsün bir türlü hareket etmemesinden ötürü elini dışarı çıkarıp parmağıyla "bi dakkaa" işareti yaptıktan sonra sert bir şekilde önüme kırdı. Aslında böyle hoş bir bayanın trafikte kendinden bu kadar emin hareketlerle seir halinde olması hoşuma gitmedi değil ama keşke önüne kırılan araç benim ki olmasaydı.

Kadın önümden geçti gitti ve sarı ve kırmızı...

Arkamdaki agresif adama baktım, beni görmesi imkansızdı ama sanki kendi dikiz aynamdan tam da gözlerimin içine bakıyordu. Radyoyu açtım cumartesi olması nedeniyle haber yoktu ama Sezen Aksu'nun "Unuttun mu Beni?" çalıyordu.

Tebessüm ettim. Artık yanımdan geçen araçları, karşı caddeden yürüyen insanları, büfesinde sigara, gazete satanları ve bunların kimliklerini belirleyen yüzlerini görüp inceleyebilmek için bir 65 saniyem daha vardı. 

25 Ağustos 2011 Perşembe

Volver'deki şarkıyı söyleyen asıl kadın Penelope Cruz değil!



Pedro Almodovar'ın belki de en başarılı filmi olarak sınıflandırmak bu yapım  için yanlış olmaz. Hikaye ve oyunculuklar okadar başarılı ve samimi ki, film sizi daha ilk dakikalarında içine alıp ısıtıyor.

Tabi asıl değinmek istediğim nokta, filmde Penelope Cruz'un söylediği şarkıdaki ses aslında başka bir hanıma ait; Estrella Morente. Hakkında pek hoş şeyler söyleniyor. İspanyol müziğinin ve flamenkonun bu devirdeki yüz akıymış falan.

Takip etmekte fayda var. Bize güzel şeyler katacağı kesin.



22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hayatı Projelendirmek - Başlangıç

Geçirdiğim sıkıcı ve okadar da gereksiz bir haftanın ardından sanırım algılarım açıldı. Başbakanımızın "çılgın proje"si kadar ses getireceğine inanmasam da benim de iş konusunda gerçekleştirmeyi düşündüğüm ve belirli süredir üzerinde çalıştığım bir adet projem var. Tabi ki bu, eğer bu bloğu takip eden birileri var ise onları ilgilendirmiyor.

Madem ilgilendirmiyor, ne zırvalıyorum ozaman değil mi?

Aslında dile getirmek istediğim konu tam olarak mümkün mü bilemiyorum ama "hayatı projelendirmek" hakkında.

Bu konu başlığı artık belirli bir süredir devam etirdiğim "rüya" isimli hikaye ve bizi felsefi saçmalıklarla tatmin edecek "Platon Bir Gün Kolunda Bir Ortitorenkle Bara Girer" kitabından alıntı yaptığım "Dimitri ve Tasso" ikilisi gibi bir seri haline gelecek. Belirli zaman periyodların da hayatı projelendirmek adına, bir taraftan kendi kişisel projeme devam ederken bir taraftanda burada bu konuyu irdeleyip paylaşıma sunacağım. Yazdığım yazılara kendi projem için hazırlamış olduğum çeşitli taslak çalışmaları eşlik edecek ve bu konunun aşırı ciddiyetini biraz olsun düşürmeyi başarıp işin içine biraz daha eğlence katmayı hedefleyecek.

Şimdilik yeni serimle ilgili yapmayı düşündüğüm şeyler bunlardan ibaret. Tabi bilemem hangi sıklıkta, nasıl bir içerikte yazılar yazacağımı.  Ama şurası gerçek ki burada eğleneceğim kesin. Eminim eğer birileri okuyorsa onlar da eğlenecektir.

Görüşmek üzere...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Dimitri ve Tasso - I

Dimitri: Son zamanlarda canımı sıkan bir konu var, Tasso

Tasso: Neymiş?

Dimitri: Tüm bunların anlamı ne?

Tasso: Tüm bunlar derken?

Dimitri: İşte.. Yaşam, ölüm, aşk.. Şu aşurenin içine koyulabilen ne varsa..

Tasso: Bunların bir anlamı olduğunu da nereden çıkardın?

Dimitri: E, olmalı çünkü.. Yoksa yaşam şey olurdu..

Tasso: Ne?

Dimitri: Ben iki tek atıp geleyim…

Yerzünündeki Son Aşk

Facebook'ta şans eseri gördüğüm fragmanı bende bu filmin adı gibi çok iddialı bir film olduğu izlenimi uyandırdı. Mutlaka izlemek gerek. İşte film hakkında detaylı bilgi;

David Mackenzie’nin yönettiği ve Ewan McGregor, Eva Green, Connie Nielsen ile Stephen Dillane’in oynadığı Yeryüzündeki Son Aşk (Perfect Sense), 26 Ağustos 2011’de Tiglon Film dağıtımıyla Kalinos Film tarafından vizyona çıkarılıyor.

Kadınlara bağlanmakta sorunları olan Michael, soğuk görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır. Susan uzun bir süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş, Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır. İkisi de birbirlerine karşı derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş gösterir.

Bu da fragmanı;

18 Ağustos 2011 Perşembe

Little Miss Sunshine















Madem ki dün akşam Devotchka'nın bu film için yaptığı şarkıları o kadar dinledim, bu akşam da filmini izlerim ozaman.

Daha önce pek çok defa izledim aslında ama yinede tekrar tekrar izlenebilecek çok samimi ve sıcak bir film. Her bir karakterde kendinizden bir kalıntı bulabiliyor ve film bittiğinde uzun süre yüzünüzden o şapşal tebessüm eksik olmuyor.

Melodiler hala dilimde :)



17 Ağustos 2011 Çarşamba

Brendan Perry - Medusa



When all you have left are your memories
And diamonds and pearls for company
I'll be sailing to St. Lucia on the ocean breeze
With the moon and my scars for company

In your bedroom you keep an iron cage
Where a blackbird sings her freedom song
For you know the true value of keeping slaves
They sing the saddest of songs

Medusa you robbed me of my youth
Abandoned me on the tropic of solitude
Seducer of the shipwrecked and forlorn
You told me to undress
Then crowned my head with thorns

Medusa you robbed me of my youth
Abandoned me on the tropic of solitude
Seducer of the shipwrecked and forlorn
You told me to get dressed
Then turned my heart to stone

16 Ağustos 2011 Salı

Rüya - II

Sisli ve terkedilmiş bir kasaba... Etrafta kimse yok gibi… Herhangi bir sorumluluğumun olmamasının tadını çıkarıyorum. İçimde yalnızlığın verdiği engellenemez bir korku. O korkuyu hissediyorum ancak kimsenin beni bulmasını da istemiyorum. Gerçek dünyayla aramda bir perde var sanki en arka koltuktan filmimi izliyorum...

* *
*
Önüme baktığımda upuzun bir yol olduğunu görüyorum ve o yolu görmek bile sinirlerimi bozmaya yetiyor... Adeta sonsuzluğa uzanan bu yolda kısa adımlarla yürümeye başlıyorum çünkü yüzüme vuran kum fırtınası gücümü kesip hızımı yavaşlatıyor. Cebimdeki kağıt parçası büyük ihtimalle kurumuştur. Elimi cebime atıyorum. Evet, kağıt kurumuş ancak yazılı kısmı arka tarafta. Kağıdı çeviriyorum ancak lanet rüzgar o anda ani bir esinti yaratıyor ve kağıdın elimden uçmasına sebep oluyor. Kağıdın uçuştuğu tarafa dönüyorum hızla. Saçlarım gözlerimin önünde uçuşuyor çünkü rüzgar şu anda arkamda ancak gözlerim yere bakıyor. Yerde uçuşan kumların arasında küçük kağıt parçasını görüyorum. Dalgaların içinde yüzme bilmeden çırpınan zavallı bir kız çocuğu gibi olduğunu düşünüyorum. Acınası haldeyiz ikimiz de...
Rüzgar artık arkamdan beni iteklercesine esmeye başlıyor. Bu güce karşı koyamıyorum. Düşüp tekrar kalkamamaktansa rüzgardan aldığım hızla koşmaya başlıyorum. Ayaklarım geride kalıyor, başım önde. Nereye gittiğimi bilmeden koşmaya devam ediyorum ve o an da ileride bir kalabalığın olduğunu fark ediyorum...

* *
*
Aslında geçmişe baktığımız da pek çok şeyin hiçbir zaman sadece bizim olduğu izlenimine kapılmadığımızı oldukça net bir şekilde görebiliyoruz. Keşke geçmiş zamanı, vukuu bulduğu anda iyi analiz edip ona göre davranabilseydik. Belki de bu insan oğlunun en büyük eksiklerinden hatta zaaflarından biridir. Gerçekleri göremiyoruz. Nadiren, şans eseri farkına varabildiğimiz bazı gerçekleri ise hiç üzerinde düşünme gereksinimi duymadan unutmayı yeğliyoruz. Peki elimizde kalanın ne olduğunu en sonunda gördüğümüzde n'apıyoruz? Paatt!!!
Ben şu anda bunları düşünürken, o artık benim yanıma bir daha asla gelemeyeceği biryerlerde. O, hayatının hatasını yapma kararını aldığında elbette bunun üzerinde çok düşünmedi ve elbette aslında neler olacağını bilemezdi. Yine de zaten önemli olan hiç düşünmeden babasının beylik tabancasını pantolonunun kemerine sıkıştırıp, evden, gözünü karartıp ta çıkabilmeyi başarmaktı. Bunu yaptı evet.
Hızlı adımlarla o gün okulun şenliklerinde çıkan ünlü grubun konserini izlemek için sahnenin önünde toplanan kalabalığın arasına karıştı. Hedefi bulma konusunda eğer biraz olsun şansı varsa, hedef kalabalıktan uzak biyerlerde olurdu.
Kalabalığın içindeki ben olup biteni daha sonradan öğrenecek olmanın verdiği boş bakışlarla uzaktan uzaktan sahneye göz atıyor, bir taraftanda arkadaşlarımın sohbetlerine kulak misafiri oluyordum. Orada konuşulan pek çok şey aşırı rüzgardan ötürü duyulamayacak noktaya geliyordu. Asıl kötü olan ise bu rüzgarın bizimle oyun oynuyormuşcasına bazen tamamen durulup bazen ise kuduz bir köpeğin dişlerini gösterir gibi çok sert bir şekilde esmesiydi.
Rüzgarın bu dengesiz esintilerinin sürüyor olması belkide sonrasında olacaklar için bize bir işaret veriyordu ancak bu onu engellemeye yetmedi. Hedefini izleyicilerin en önünde görmüş ve sinsice avını takip eden bir timsahın ki gibi gözlerini kısarak ön sıraya doğru ilerlemeye başlamıştı. Bu şekilde en öndekileri de arkasında birakarak sahnenin yanı başına kadar ulaştı. Elini belindeki beylik tabancasının üzerine koyarak tek bir isim haykırdı. İsmi haykırılan ona baktığında çoktan silahını doğrultup tetiği çekmeye hazırlanıyordu. Gözlerindeki korkuyu herkesin çığlıkları ve kargaşası arasından nasıl gördüğümü hala hatırlıyorum.
Rüzgar sanki kalabalığın çığlıklarına ve haykırışlarına ayak uydurmak istermiş gibi çıldırmışçasına esiyordu. Ve Paatt!
Hiç kimse elbette aşırı rüzgardan sahnenin çelik konstrüksiyonlarının devrilmesini ummuyordu. Neyseki altında kalan tek kişi eli silahlı olandı...

* *
*
Rüzgar durulduktan sonra adıma gelen bir davetiyeyi posta kutumdan alırmışcasına buluveriyorum ufak kağıt parçasını. Üzerinde bana yeni yönler gösterdiğini düşündüğüm anlamsız işaretler görüyorum. Buradan kurtulma adına ümidim kalmıyor artık. Ama şundan eminim ki ben yaşıyorum... Gözyaşlarım bunun kanıtı...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Nerelerdeyim bunca zamandır?

Gerçekten bilemiyorum nasıl unuttum biricik blogumu. Şişman teyze n'olur bana öyle bakma. Canımı yakmak hoşunuza mı gidiyor yahu? Biliyorum suçluyum ama bir şans daha istiyorum sizden. Belki de yazacak, paylaşacak çok şey vardır ha, ne dersiniz?
Tabi aslına bakarsanız sorun burada başlıyor; İnsan düşünmekten bile korktuğu şeyleri nasıl yazacak, nasıl paylaşack ki? Var mı bunun bir yolu? Var mı bir cesaret iksiri şu hayatta seni superman edecek. Var mı hiç çekinmeden sevdiğini haykırabileceğin bir ilaç!
Asıl sorun buydu belki ama asıl soru şu; Bunu gerçekten istiyor musun?
Valla öyle bir durumdayım ki şu anda bırak bu soruya cevap vermek istemeyi, nereden aklıma getirdiğimi düşününce bile kendi kendime kızıyorum.
Gerçekten biraz cesaret sorunum var. Ama aslında ben bunun herkesde olduğunu düşünürüm hep. Sanki hepiniz cesaret sorunu olan ve bunu bir diğerinize belli etmemek için kılıktankılığa giren birer Stanley Ipkiss'siniz benim gözümde. Sert mi oldu dersiniz? Aslında bunu bir iltifat olarak kabul etmeniz gerekir.
Sizi anlamaya çalışıyorum insanlık! Belki çok geç kaldım ama öyle...
Belki de cesaretsizliğimi afişe ettiğim için aranızda en cesurunuz benimdir ha? Olamaz mı yani?
Başladık işte yine,
Görüşürüz.