27 Ağustos 2011 Cumartesi

Plastofik

İşe gitmek için arabama binip yola çıkmıştım ki yine aynı yerde kırmızı ışığa 3 sefer maruz kaldım. Bu sürede yanımdaki araçta oturan bayan acele ve bir okadar da kendinden emin hareketlerle makyajını tamamlamaya çalışıyordu. Arkamdaki araçta muhtemelen çoğu insanın tatil olarak geçireceği bir gün de işe gitmesinin vermiş olduğu gerginliği taşıyan ve kaşları çatılmış gergin orta yaşlı bir adam sigarasını içiyordu ve bir elini camdan sarkıtmıştı. Önümde uzunluğunu tam olarak kestiremediğim ama tır olduğu konusunda emin olduğum bir araç duruyordu ve evet yine bir ağır vasıtanın arkadasını bulmuştum trafikte seyir halindeyken.

Yeşil ışık yandı önümdeki tır biraz geç davranıp beklemeye neden olduktan sonra bir de yanımdaki makyaj yapan kadın kendi önündeki minibüsün bir türlü hareket etmemesinden ötürü elini dışarı çıkarıp parmağıyla "bi dakkaa" işareti yaptıktan sonra sert bir şekilde önüme kırdı. Aslında böyle hoş bir bayanın trafikte kendinden bu kadar emin hareketlerle seir halinde olması hoşuma gitmedi değil ama keşke önüne kırılan araç benim ki olmasaydı.

Kadın önümden geçti gitti ve sarı ve kırmızı...

Arkamdaki agresif adama baktım, beni görmesi imkansızdı ama sanki kendi dikiz aynamdan tam da gözlerimin içine bakıyordu. Radyoyu açtım cumartesi olması nedeniyle haber yoktu ama Sezen Aksu'nun "Unuttun mu Beni?" çalıyordu.

Tebessüm ettim. Artık yanımdan geçen araçları, karşı caddeden yürüyen insanları, büfesinde sigara, gazete satanları ve bunların kimliklerini belirleyen yüzlerini görüp inceleyebilmek için bir 65 saniyem daha vardı. 

25 Ağustos 2011 Perşembe

Volver'deki şarkıyı söyleyen asıl kadın Penelope Cruz değil!



Pedro Almodovar'ın belki de en başarılı filmi olarak sınıflandırmak bu yapım  için yanlış olmaz. Hikaye ve oyunculuklar okadar başarılı ve samimi ki, film sizi daha ilk dakikalarında içine alıp ısıtıyor.

Tabi asıl değinmek istediğim nokta, filmde Penelope Cruz'un söylediği şarkıdaki ses aslında başka bir hanıma ait; Estrella Morente. Hakkında pek hoş şeyler söyleniyor. İspanyol müziğinin ve flamenkonun bu devirdeki yüz akıymış falan.

Takip etmekte fayda var. Bize güzel şeyler katacağı kesin.



22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hayatı Projelendirmek - Başlangıç

Geçirdiğim sıkıcı ve okadar da gereksiz bir haftanın ardından sanırım algılarım açıldı. Başbakanımızın "çılgın proje"si kadar ses getireceğine inanmasam da benim de iş konusunda gerçekleştirmeyi düşündüğüm ve belirli süredir üzerinde çalıştığım bir adet projem var. Tabi ki bu, eğer bu bloğu takip eden birileri var ise onları ilgilendirmiyor.

Madem ilgilendirmiyor, ne zırvalıyorum ozaman değil mi?

Aslında dile getirmek istediğim konu tam olarak mümkün mü bilemiyorum ama "hayatı projelendirmek" hakkında.

Bu konu başlığı artık belirli bir süredir devam etirdiğim "rüya" isimli hikaye ve bizi felsefi saçmalıklarla tatmin edecek "Platon Bir Gün Kolunda Bir Ortitorenkle Bara Girer" kitabından alıntı yaptığım "Dimitri ve Tasso" ikilisi gibi bir seri haline gelecek. Belirli zaman periyodların da hayatı projelendirmek adına, bir taraftan kendi kişisel projeme devam ederken bir taraftanda burada bu konuyu irdeleyip paylaşıma sunacağım. Yazdığım yazılara kendi projem için hazırlamış olduğum çeşitli taslak çalışmaları eşlik edecek ve bu konunun aşırı ciddiyetini biraz olsun düşürmeyi başarıp işin içine biraz daha eğlence katmayı hedefleyecek.

Şimdilik yeni serimle ilgili yapmayı düşündüğüm şeyler bunlardan ibaret. Tabi bilemem hangi sıklıkta, nasıl bir içerikte yazılar yazacağımı.  Ama şurası gerçek ki burada eğleneceğim kesin. Eminim eğer birileri okuyorsa onlar da eğlenecektir.

Görüşmek üzere...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Dimitri ve Tasso - I

Dimitri: Son zamanlarda canımı sıkan bir konu var, Tasso

Tasso: Neymiş?

Dimitri: Tüm bunların anlamı ne?

Tasso: Tüm bunlar derken?

Dimitri: İşte.. Yaşam, ölüm, aşk.. Şu aşurenin içine koyulabilen ne varsa..

Tasso: Bunların bir anlamı olduğunu da nereden çıkardın?

Dimitri: E, olmalı çünkü.. Yoksa yaşam şey olurdu..

Tasso: Ne?

Dimitri: Ben iki tek atıp geleyim…

Yerzünündeki Son Aşk

Facebook'ta şans eseri gördüğüm fragmanı bende bu filmin adı gibi çok iddialı bir film olduğu izlenimi uyandırdı. Mutlaka izlemek gerek. İşte film hakkında detaylı bilgi;

David Mackenzie’nin yönettiği ve Ewan McGregor, Eva Green, Connie Nielsen ile Stephen Dillane’in oynadığı Yeryüzündeki Son Aşk (Perfect Sense), 26 Ağustos 2011’de Tiglon Film dağıtımıyla Kalinos Film tarafından vizyona çıkarılıyor.

Kadınlara bağlanmakta sorunları olan Michael, soğuk görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır. Susan uzun bir süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş, Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır. İkisi de birbirlerine karşı derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş gösterir.

Bu da fragmanı;

18 Ağustos 2011 Perşembe

Little Miss Sunshine















Madem ki dün akşam Devotchka'nın bu film için yaptığı şarkıları o kadar dinledim, bu akşam da filmini izlerim ozaman.

Daha önce pek çok defa izledim aslında ama yinede tekrar tekrar izlenebilecek çok samimi ve sıcak bir film. Her bir karakterde kendinizden bir kalıntı bulabiliyor ve film bittiğinde uzun süre yüzünüzden o şapşal tebessüm eksik olmuyor.

Melodiler hala dilimde :)



17 Ağustos 2011 Çarşamba

Brendan Perry - Medusa



When all you have left are your memories
And diamonds and pearls for company
I'll be sailing to St. Lucia on the ocean breeze
With the moon and my scars for company

In your bedroom you keep an iron cage
Where a blackbird sings her freedom song
For you know the true value of keeping slaves
They sing the saddest of songs

Medusa you robbed me of my youth
Abandoned me on the tropic of solitude
Seducer of the shipwrecked and forlorn
You told me to undress
Then crowned my head with thorns

Medusa you robbed me of my youth
Abandoned me on the tropic of solitude
Seducer of the shipwrecked and forlorn
You told me to get dressed
Then turned my heart to stone

16 Ağustos 2011 Salı

Rüya - II

Sisli ve terkedilmiş bir kasaba... Etrafta kimse yok gibi… Herhangi bir sorumluluğumun olmamasının tadını çıkarıyorum. İçimde yalnızlığın verdiği engellenemez bir korku. O korkuyu hissediyorum ancak kimsenin beni bulmasını da istemiyorum. Gerçek dünyayla aramda bir perde var sanki en arka koltuktan filmimi izliyorum...

* *
*
Önüme baktığımda upuzun bir yol olduğunu görüyorum ve o yolu görmek bile sinirlerimi bozmaya yetiyor... Adeta sonsuzluğa uzanan bu yolda kısa adımlarla yürümeye başlıyorum çünkü yüzüme vuran kum fırtınası gücümü kesip hızımı yavaşlatıyor. Cebimdeki kağıt parçası büyük ihtimalle kurumuştur. Elimi cebime atıyorum. Evet, kağıt kurumuş ancak yazılı kısmı arka tarafta. Kağıdı çeviriyorum ancak lanet rüzgar o anda ani bir esinti yaratıyor ve kağıdın elimden uçmasına sebep oluyor. Kağıdın uçuştuğu tarafa dönüyorum hızla. Saçlarım gözlerimin önünde uçuşuyor çünkü rüzgar şu anda arkamda ancak gözlerim yere bakıyor. Yerde uçuşan kumların arasında küçük kağıt parçasını görüyorum. Dalgaların içinde yüzme bilmeden çırpınan zavallı bir kız çocuğu gibi olduğunu düşünüyorum. Acınası haldeyiz ikimiz de...
Rüzgar artık arkamdan beni iteklercesine esmeye başlıyor. Bu güce karşı koyamıyorum. Düşüp tekrar kalkamamaktansa rüzgardan aldığım hızla koşmaya başlıyorum. Ayaklarım geride kalıyor, başım önde. Nereye gittiğimi bilmeden koşmaya devam ediyorum ve o an da ileride bir kalabalığın olduğunu fark ediyorum...

* *
*
Aslında geçmişe baktığımız da pek çok şeyin hiçbir zaman sadece bizim olduğu izlenimine kapılmadığımızı oldukça net bir şekilde görebiliyoruz. Keşke geçmiş zamanı, vukuu bulduğu anda iyi analiz edip ona göre davranabilseydik. Belki de bu insan oğlunun en büyük eksiklerinden hatta zaaflarından biridir. Gerçekleri göremiyoruz. Nadiren, şans eseri farkına varabildiğimiz bazı gerçekleri ise hiç üzerinde düşünme gereksinimi duymadan unutmayı yeğliyoruz. Peki elimizde kalanın ne olduğunu en sonunda gördüğümüzde n'apıyoruz? Paatt!!!
Ben şu anda bunları düşünürken, o artık benim yanıma bir daha asla gelemeyeceği biryerlerde. O, hayatının hatasını yapma kararını aldığında elbette bunun üzerinde çok düşünmedi ve elbette aslında neler olacağını bilemezdi. Yine de zaten önemli olan hiç düşünmeden babasının beylik tabancasını pantolonunun kemerine sıkıştırıp, evden, gözünü karartıp ta çıkabilmeyi başarmaktı. Bunu yaptı evet.
Hızlı adımlarla o gün okulun şenliklerinde çıkan ünlü grubun konserini izlemek için sahnenin önünde toplanan kalabalığın arasına karıştı. Hedefi bulma konusunda eğer biraz olsun şansı varsa, hedef kalabalıktan uzak biyerlerde olurdu.
Kalabalığın içindeki ben olup biteni daha sonradan öğrenecek olmanın verdiği boş bakışlarla uzaktan uzaktan sahneye göz atıyor, bir taraftanda arkadaşlarımın sohbetlerine kulak misafiri oluyordum. Orada konuşulan pek çok şey aşırı rüzgardan ötürü duyulamayacak noktaya geliyordu. Asıl kötü olan ise bu rüzgarın bizimle oyun oynuyormuşcasına bazen tamamen durulup bazen ise kuduz bir köpeğin dişlerini gösterir gibi çok sert bir şekilde esmesiydi.
Rüzgarın bu dengesiz esintilerinin sürüyor olması belkide sonrasında olacaklar için bize bir işaret veriyordu ancak bu onu engellemeye yetmedi. Hedefini izleyicilerin en önünde görmüş ve sinsice avını takip eden bir timsahın ki gibi gözlerini kısarak ön sıraya doğru ilerlemeye başlamıştı. Bu şekilde en öndekileri de arkasında birakarak sahnenin yanı başına kadar ulaştı. Elini belindeki beylik tabancasının üzerine koyarak tek bir isim haykırdı. İsmi haykırılan ona baktığında çoktan silahını doğrultup tetiği çekmeye hazırlanıyordu. Gözlerindeki korkuyu herkesin çığlıkları ve kargaşası arasından nasıl gördüğümü hala hatırlıyorum.
Rüzgar sanki kalabalığın çığlıklarına ve haykırışlarına ayak uydurmak istermiş gibi çıldırmışçasına esiyordu. Ve Paatt!
Hiç kimse elbette aşırı rüzgardan sahnenin çelik konstrüksiyonlarının devrilmesini ummuyordu. Neyseki altında kalan tek kişi eli silahlı olandı...

* *
*
Rüzgar durulduktan sonra adıma gelen bir davetiyeyi posta kutumdan alırmışcasına buluveriyorum ufak kağıt parçasını. Üzerinde bana yeni yönler gösterdiğini düşündüğüm anlamsız işaretler görüyorum. Buradan kurtulma adına ümidim kalmıyor artık. Ama şundan eminim ki ben yaşıyorum... Gözyaşlarım bunun kanıtı...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Nerelerdeyim bunca zamandır?

Gerçekten bilemiyorum nasıl unuttum biricik blogumu. Şişman teyze n'olur bana öyle bakma. Canımı yakmak hoşunuza mı gidiyor yahu? Biliyorum suçluyum ama bir şans daha istiyorum sizden. Belki de yazacak, paylaşacak çok şey vardır ha, ne dersiniz?
Tabi aslına bakarsanız sorun burada başlıyor; İnsan düşünmekten bile korktuğu şeyleri nasıl yazacak, nasıl paylaşack ki? Var mı bunun bir yolu? Var mı bir cesaret iksiri şu hayatta seni superman edecek. Var mı hiç çekinmeden sevdiğini haykırabileceğin bir ilaç!
Asıl sorun buydu belki ama asıl soru şu; Bunu gerçekten istiyor musun?
Valla öyle bir durumdayım ki şu anda bırak bu soruya cevap vermek istemeyi, nereden aklıma getirdiğimi düşününce bile kendi kendime kızıyorum.
Gerçekten biraz cesaret sorunum var. Ama aslında ben bunun herkesde olduğunu düşünürüm hep. Sanki hepiniz cesaret sorunu olan ve bunu bir diğerinize belli etmemek için kılıktankılığa giren birer Stanley Ipkiss'siniz benim gözümde. Sert mi oldu dersiniz? Aslında bunu bir iltifat olarak kabul etmeniz gerekir.
Sizi anlamaya çalışıyorum insanlık! Belki çok geç kaldım ama öyle...
Belki de cesaretsizliğimi afişe ettiğim için aranızda en cesurunuz benimdir ha? Olamaz mı yani?
Başladık işte yine,
Görüşürüz.